70’li yılların ortalarında devrim için can vermeye hazırken (meğer daha ne kadar görecek günümüz varmış) zamanla hiç de boşa kürek çekmediğimizin farkında olduk.
O zamanlar Türk sineması içinde bulunduğu krizden çıkmak için umudu Behçet Nacar’la Feri Cansel’in olağanüstü efektlerle süslenmiş film sahnelerinde aramışlardı. Zaman değişmiş, artık zengin oğlanın fakir kıza aşık olduğu veya Necdet Tosun’un aşçılığını yaptığı konaktaki beyin bahçıvanın bilmem neyine uçkur çözdüğü senaryolar da raflarda ki yerini almıştı.
Yılmaz Güney’in başlattığı ilk sosyal içerikli filmlerle genç beyinlerimizde bazı fikirler oluşmaya başlarken, genç kuşaklar arasında da Türk sineması hakkında değişik görüşler tartışılmaya başlandı.
Bize göre Türk sinemasında en cüretkâr sahneleri çeviren kadınlar, vahşi kapitalizm tarafından sömürülmekte idiler. Kısaca sermaye kadının hem etinden hem de butundan yararlanıyordu. Bize düşen görev, bu filmleri protesto etmek, onların namus bekçiliğini sahiplenmekti. Bu düşünce herkeste olmamakla beraber bazılarına göre dünya nimetlerinden sonuna kadar yaralanmak caizdi.
Aradan gecen bunca zamana rağmen hala Türkiye’de hiçbir şeyin değişmediğini söylemek yanlış olmasa gerek. 70 li yıllarda Türk sinemasının yaşadığı krizi günümüzde yerele yönelik yayın yapan tüm kanallar yaşıyor. Kahve acar gibi yayın ruhsatı alanlar bir müddet seçimler arifesinde belediyelerin maliyeti karşıladığı düzmece on kişilik seyircinin olduğu canlı yayınlarla durumu idare ettiler. Çaresizlik başa vurunca iktidarı örnek alıp elde ne varsa satmaya başladılar. Önce bilmem ne iksiri, ardından don gömlek, basur ilacı mutluluk hapı derken elde bir şey kalmadı.
Sonunda can sıkıntısından televizyon stüdyosunda al satarım bal satarım şarkısını mırıldayan birisi o onda en karlı işin bal satmak olduğunu anladı. Peki, nereden çıkmıştı bu bal işi?
Kimine göre dünyanın ikinci kimine göre dördüncü bal üreticisi Türkiye bunca televizyon kanalına nasıl bal yetiştirecekti. 2003 yılında 40 milyon dolardan fazla bal ihracatı yapan Türkiye son yıllarda bırakın 40 milyon doları 3 milyon dolarlık ihracatı bile yapamaz olmuştu.
Benim memurum işini bilir zihniyetiyle hareket eden gençlik serpilmiş, kısa yoldan voleyi vurmak için yeni yeni projeler üretmeye başlamıştı. Devlet eliyle yapılan ne kadar yatırım varsa hepsinin mutlaka bir püf noktası vardı. Önce hayvancılık adına yapılan desteklemelerde açılan ihalelerde ne kadar midesinde çivi tel bulunan buzağı varsa çiftçi vatandaşa kakalandı. Seyyar röntgen makinalarıyla filmini çekip üçe aldıkları hayvanları beşe ona devlete sattılar.
1850 de tanıştığımız patatesi 240 ziraat mühendisinin cirit attığı araştırma merkezlerinde ıslah edemedik fakat uzaya uydumuzu yolladık. Konya kadar toprağa sahip Hollanda Türkiye’nin iki katı patates yetiştirirken, günümüzde hala ıslah edilmemiş siğilli, yağ emme yüzdesi iki kat fazla Robinson Curise’in adaya ektiğinden berbat patatesi vatandaşa yediriyoruz.
Bala gelene kadar birde müthiş bir girişimden bahsetmek gerek. Dalyan’da İztuzu plajında ülke turizminin gelişmesi uğruna restoran sahipleri dâhiyane bir buluşla turistlere Caretta kaplumbağalarını göstermek için onları tavukla beslemeye başlamış. Artık kaplumbağalar o kadar alışmışlar ki bir müddet sonra yengeç balık yerine başlamışlar plajda turistleri ısırmaya.
Uzmanlar Türkiye’de on öncesine göre kaliteli doğal bal üretiminin düşmesinde en önemli etkinin arıların beslenmeleriyle ilgili olduğunun altını çiziyorlar.
Her şeyin kolayına kaçan, kısa yoldan voleyi vurup zengin olmanın yolunu arayan, maddiyatla kültürünü aynı oranda geliştiremeyen, parayı bol bulunca da cacıkla viski içen yeni girişimcilerin el attıkları son uzmanlık alanı ise arıcılık.
Kısa yoldan bal elde etmek isteyen üretici şeker şurubunu abartınca arılar artık, nektar toplamak yerine kazanın başına üşüşmeye başlamış. Bunun sonucunda ortalama sürati saatte 25 kilometre olan Türk arılarının hızı son on yılda 21 kilometreye uçtukları mesafe ise 9 kilometreye düşmüş. Kısacası bal arılarını da tembelleştirip kendimize benzettik. Sağlık Bakanlığına bu güne kadar 700’e yakın şikâyet gelmesine rağmen henüz bir girişim yok.
1970’li yıllarda Nejdet Tosun’un aşçılık yaptığı evde bahçıvanın kızına uçkur çözen beyefendi ile her kanalda iki dakikada bir zırt-pırt vatandaşa Çin malı glikozdan yapılmış balı kakalamaya çalışan adamın sizce bir farkı var mı?
Sevgi ve saygılarımla
Saban_kutlu_1963@hotmail.com
|